Dışarıda Işık Yoktur
Günümüzde bilim adamlarının son bilimsel bulgular ışığında vardıkları ilginç bir gerçek vardır: Dünyamız gerçekte zifiri karanlıktır. Çünkü bugün artık bilinmektedir ki, ışık tamamen subjektif bir kavramdır; yani insanların beyninde bir algı olarak oluşur.
Gerçekte dış dünyada ışık yoktur. Ne lambalarımız, ne araba farları, ne de en büyük ışık kaynağımız olarak bildiğimiz Güneş gerçekte ışık saçmaz. “Işık” dediğimiz algıya kaynaklık eden fotonlar, gözümüzün arkasındaki retina tabakasına düştüklerinde buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline çevrilirler. Biz de gerçekte fiziksel birer parçacık olan fotonları “ışık” olarak algılarız. Eğer gözümüzdeki hücreler fotonları “ısı parçacıkları” olarak algılasalardı, o zaman bizim için ışık, renk ve karanlık olarak adlandırdığımız kavramlar hiçbir zaman olmayacak, cisimlere baktığımızda onların sadece “sıcak” veya “soğuk” olduklarını hissedecektik.
13.Kat filminde, Douglas Hall adındaki karakter, simülasyonla 1937 yılına ait yapay ortama bağlanıp döndükten sonra, ortamın gerçekçiliğini şöyle dile getirmektedir:
Whitney : Işıklandırma nasıl? Dokular…
Douglas Hall : Renklendirmeyle biraz daha uğraşmak lazım, ama birimler fark etmiyorlar.
Whitney : Nasıllar?
Douglas Hall : Sen, ben kadar gerçekler.
Filmde dile getirilen gerçek aslında doğrudur. Işık ve renk gibi özellikler de yapay sinyaller aracılığıyla son derece gerçekçi olarak algılanabilmektedir. Bu konuyla ilgili kitaplarımızda yer alan açıklayıcı örneklerden birkaçı şöyledir:
- … kafatası ışığı içeri geçirmez, yani beynin içi kapkaranlıktır. Dolayısıyla beynin ışığın kendisiyle muhatap olması asla mümkün değildir… Karşımızda bir mum olduğunu düşünelim. Bu mumun karşısına geçip onu uzun süre izleyebiliriz. Ama bu süre boyunca beynimiz, muma ait ışığın aslı ile hiçbir zaman muhatap olmaz. Mumun ışığını gördüğümüz anda bile kafamızın ve beynimizin içi kapkaranlıktır. Kapkaranlık beynimizin içinde, aydınlık, ışıl ışıl ve renkli bir dünyayı seyrederiz.
- Bilindiği gibi beynimiz kafatasımızın içinde korunur ve kafatası ışığı içeri geçirmez. Yani kafatasımızın içi zifiri karanlıktır. Ama biz bu zifiri karanlıkta masmavi denizleri, yemyeşil ağaçları, rengarenk çiçekleri, güneşin pırıltılarını ve renklerin her tonunu görebiliriz. Bu, son derece ilginçtir ve üzerinde düşünülmesi gerekir. Eğer biz varlıkların bizim dışımızdaki hallerini görüyor olsaydık, bu dışarıdaki görüntünün ışıltısını, renklerini, pırıltısını asla göremezdik. Çünkü bu pırıltılar ve ışıklar kafatasımıza takılacak ve beynimizdeki görme merkezine asla ulaşamayacaktı. Öyle ise biz bu pırıltıları, Ay’ın ve Güneş’in ışığını, salonumuzdaki avizenin parlaklığını nasıl görebiliyoruz? Işığın asla ulaşamadığı beyinde ışıklı görüntüler nasıl oluşuyor?
- Gerçekte, beynimizin dışında, bizim tanıdığımız anlamda ışık da yoktur. Bizim bildiğimiz, tanıdığımız ışık, yine beynimizde oluşur. Dış dünyada, yani beynimizin dışında ışık olarak tanımladığımız şey, elektromanyetik dalgalar ve fotonlardır (fotonlar tanecik şeklindeki enerjidir). Bu elektromanyetik dalgalar veya fotonlar, retinayı uyardığında, bizim bildiğimiz “ışık” oluşur.
- Sonuç olarak, ışık gözümüze gelen bazı elektromanyetik dalgaların veya parçacıkların bizde oluşturduğu etki ile meydana gelmektedir. Yani dışarıda, beynimizdeki görüntüyü oluşturacak bir ışık da yoktur. Sadece bir enerji vardır. Ve bu enerji, gözümüze ulaştığında biz rengarenk, ışıl ışıl, parlak, aydınlık bir dünya görürüz.
Işık algısında olduğu gibi renkler de beynimizde oluşur. Güneşten gelen fotonlar (fotonlar tanecik şeklindeki enerjidir) bir cisme çarptıklarında, her cisim bu fotonları farklı dalga boyunda yansıtır. Bu farklı dalga boylarındaki fotonlar göze ulaştığında, retina bölgesinde elektrik sinyaline dönüştürülürler. Daha sonra bu elektrik sinyalleri beynin görüntü merkezine ulaştırılır. Burada bulunan sinir hücreleri elektrik sinyallerini “renk” olarak algılarlar. Ancak gerçek dünyada ne ışık, ne de renk vardır. Bu, beynimizin kişisel, bize özel bir yorumudur. Gözün yapısındaki bir hata, ya da diğer canlılardaki gibi gözün yapısındaki bir farklılık, gelen fotonların farklı elektrik sinyallerine dönüştürülmesine ve aynı cismin çok farklı şekillerde algılanmasına sebep olacaktır.
Bu konuyla ilgili eserlerimizdeki anlatımlardan bazıları şunlardır:
- Biz doğduğumuz andan itibaren çevremizde renkli bir dünya görür, rengarenk bir ortamla muhatap oluruz. Oysa evrende tek bir renk dahi yoktur. Renkler beynimizin içinde oluşur. Dışarıda sadece farklı dalga boylarına sahip elektromanyetik dalgalar vardır. Gözümüze ulaşan, bu farklı dalga boylarındaki enerjidir. Yukarıda da belirtildiği gibi biz buna ışık deriz, ancak bu bizim bildiğimiz anlamda parlak, aydınlık bir ışık değildir, sadece bir enerjidir. Beynimiz, bu farklı dalga boylarına sahip enerjiyi yorumladığında biz bunları “renkler” olarak görürüz. Oysa ne denizler mavi, ne çimenler yeşil, ne toprak kahverengi, ne de meyveler renklidir. Onlar, sadece beynimizde öyle algıladığımız için öyledirler.
- … Hem renkler hem de ışık sadece bizim beynimizdedir. Yani biz bir gülü kırmızı olduğu için kırmızı renkte görmeyiz. Bizim bir gülü kırmızı görmemizin nedeni, retinamıza çarpan enerjinin, beynimiz tarafından kırmızı olarak yorumlanmasıdır.
- Renk körlüğü, renklerin beynimizde oluştuklarının önemli delillerindendir. Bilindiği gibi gözdeki retinada oluşan küçük bir bozukluk renk körlüğüne sebep olur. Bu durumda birçok insan yeşil ile kırmızıyı birbirinden ayırt edemez. Bu durumda dışarıdaki nesnenin “renkli” olup olmaması önemli değildir. Çünkü biz nesneleri onlar renkli olduklarından dolayı renkli görüyor değiliz. Burada varmamız gereken sonuç şudur: Varlıklara yüklediğimiz tüm nitelikler, “dış dünyada” değil beynimizdedir. Bizler hiçbir zaman algılarımızı aşıp, dışarıya ulaşamayacağımız için maddelerin ya da renklerin varlığını da bilemeyiz.